Mevlevîlik ve Seyr-i Süluk

Hz. Mevlâna’nın öğretilerini gelecek nesillere aktarmak üzere oğlu Sultan Veled, talebesi Çelebi Hüsameddin ve torunu Ulu Arif Çelebi tarafından kurulmuş ve daha sonra, o soydan gelen Çelebi’ler arasından seçilen Makam Çelebi’si tarafından idare edilmiştir.

Mevlevîlerce Konya’daki Mevlâna Türbesi ve Mevlevîhâne makam olarak kabul edilmiştir. Makam Çelebileri burada ikamet etmişlerdir. Türbenin etrafında kurulan bu ilk Mevlevîhâne ‘Âsitâne-i Âliyye’ olarak adlandırılmıştır.

Mevlevîhâneler 1001 günlük eğitimi verebilen Âsitâneler ve bunlardan daha küçük olan, eğitim teşkilatı bulunmayan Zâviyeler olmak üzere iki çeşittir. Âsitâneler diğerlerine göre daha merkezî idiler ve daha örgütlü bir yapıları vardı. Dedeler sadece Âsitânelerde eğitilirdi ve 1001 günlük çile döneminin gerçekleştiği Matbah-ı Şerîf olarak adlandırılan mimari bölüm yalnızca Âsitânelerde bulunurdu. Âsitânelerdeki Postnişînler Zâviyelerdeki Postnişînlerden daha yüksek bir statüye sahiplerdi. Zâviyeler Osmanlı İmparatorluğu’nun birçok şehrinde, hatta köylerinde kurulmuştu. 17. yüzyıla kadar Zâviyeler, İmparatorluğun genişleyen sınırları içerisinde yayılmış ve daha geniş bir kesime hizmet vermişti. Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde 140’a yakın Mevlevîhâne bulunmakta idi.

Hz. Mevlana İslami tasavvuf eğitimi, geleneksel medrese eğitiminden daha zordu. Seyrü Sülûk olarak adlandırılan bu manevi eğitimin aynı zamanda nefis terbiyesi olması gerekirdi. Mevlevî eğitimine girmek isteyen kişinin öncelikle ana ve baba rızası almış, reşit ve bekâr olması şarttı. Ahlaken düzgün olduğu tespit edilen ‘tâlib’e yolun zorlukları anlatılırdı. Kararında ısrarcı ise üç gün Matbah-ı Şerîf’te (mutfakta) Saka Postu tabir edilen yerde oturup Mevlevîhâne’deki hayatı izlerdi. Kendisine yemeğini, suyunu verirler, ancak etkilememek için kimse onunla konuşmazdı. İzlediği yaşama uymayacağını düşünürse kimseye bir şey söylemeden oradan çıkıp gidebilirdi. Kalırsa Aşçı Dede tarafından Şeyh Efendi’ye götürülürdü. Sikke-i Şerîf (Mevlevîlerin başlarına giydikleri keçeden yapılmış külah) giydirme töreniyle Mevlevîliğe kabul edilir ve eğitimi için bir dedeye teslim edilirdi. Ancak yine de 18 gün bir deneme süresi tanınır ve bu sürede kendi elbiseleri ile hizmet görürdü. Nev-niyâz (Mevlevî eğitimine yeni giren kişi) 1001 günlük eğitim döneminde Mevlevîhâne’de kalmak zorunda idi. Bu süre zarfında nefs terbiyesi için gerekli olan ve farklı dedeler tarafından denetlenen bulaşık yıkamaktan yatak toplamaya, sofra hizmetinden temizliğe, çamaşır yıkamaktan alışverişe ve en son olarak da hela temizliğine kadar olan 18 hizmet görürdü. Bu yoğun terbiye süresi boyunca okuma, yazma, Kur’ân-ı Kerîm’i okuyacak kadar Arapça, hadis, fıkıh gibi temel dinî derslerin yanı sıra Mesnevî okuyacak kadar Farsça ve Türk edebiyatı dersleri verilirdi. Kabiliyetine göre bir enstrüman kullanmasını öğrenebilir veya âyîn seslendirebilirdi. Eğitimi boyunca hat, tezhib, minyatür, ciltçilik gibi sanat dallarından birisini öğrenmesi için teşvik edilirdi.

Mevlevi Tarikatine intisab edenleri üç gurupda değerlendirebiliriz.

Birinci grup da 1001 günlük eğitim süresini başarıyla tamamlayan, çile çıkaran ‘Can’a yapılan özel bir törenle ‘Dede’ unvanı verilirdi. Kendisine ya o Mevlevîhâne’de bir hücre verilir veya başka bir Mevlevîhâne’ye gönderilirdi.

İkinci grup da ‘Çile’ çıkarmamakla birlikde Mevleviliğin örf ve adetlerine uyarak ‘Derviş’lik vecibelerini yerine getirenler.

Üçüncü grup da, Mevlevîhâne’deki bazı derslere dışarıdan devam eden, Semâ çıkaranların (öğrenen) yanı sıra sadece sohbetleri dinlemeye ve Semâ törenlerini izlemeye gelen Muhibbânlar da vardı.

Özetle, Mevlevîhâneler Hz. Mevlâna’nın düşüncelerinin öğretildiği, dinî ve edebî bilgiler yanında birer konservatuar, birer akademi gibi sanat eğitimi de veren okullar olmuşlardır. Özellikle İstanbul’daki Mevlevîhâneler Türk müziği üstadlarının yetişmelerinde önemli bir rol oynamıştır.

Hz. Mevlana

Yenikapı Mevlevihanesi, İstanbul

Yukarıda tarif edilen eğitimin erkeklere uygulandığı açık olsa da tarihte, Mesnevîhânlık, hocalık, halifelik ve hatta reşit olmayan oğulları için vekil Postnişînlik yapmış kadın dervişler de olmuştur. Hz. Mevlâna’nın torunu Ulu Ârif Çelebi’nin isteğiyle 14. yüzyıla kadar Mevlevîlerin tarihîni yazan Eflâkî’den öğrendiğimize göre Sultan Veled’in kızı Şeref Hatun Konya’da kadın erkek pek çok talebesini aydınlatırken, Tokat’ta Mevlevî halifesi olan Ârife-i Hoşlikâ’ya rastlıyoruz. Afyonkarahisar’da Dîvâne Mehmed Çelebi torunlarından Destina Hatun sırtında hırka, başında sikkesi ile Mevlevîhâne’de söz sahibi idi. Daha sonra yine Afyonkarahisar’da Küçük Mehmed Çelebi’nin büyük kızı, şeyhlik ve halifelik yapmış olan Güneş Han’ı görüyoruz. Küçük Ârif Çelebi’nin kızı Güneş Han-ı Suğrâ da şeyhlik yapmış kadınlardandır. Değişen ülke şartlarına rağmen Mevlevî kadınlarına arakiyye ve sikke giyme izni verilmiş, Semâ öğretilmiş ancak onlar kendi aralarında erkeklerden ayrı Semâ etmişlerdir.

Mevlevîlerin yaşamı “âdâb ve erkân” üzerinedir. Çok kibar, zarif, başkalarının duygularını incitmemeye dikkat eden, konuşmalarında ve hareketlerinde aşırıya kaçmayan, selam verirken sağ eli kalp üzerine koyup başını hafifçe eğerek karşısındakine ‘gönlümdesin’ mesajını veren Mevlevîlerin tokalaşmaları dahi kendilerine özgüdür. Birbirlerinin elini kavrayıp aralarındaki saygıyı ve eşitliği göstermek amacıyla karşısındakinin elinin üstünü öperler. Bu selamlaşma ‘gizli ruhun ruha selamı’dır, eşitliği temsil eder. Yürürken yere kuvvetle basmamaları, günlük hayatta kullandıkları her şeye gösterdikleri saygı gibi manevi mânâları da olan tüm bu davranışlar, Mevlevîlerin günlük davranışlarının bir uzantısı olarak Semâ törenlerinin içinde sergilenen derviş hareketlerinde görülebilir.